14 Ocak 2016 Perşembe

Yoksa Bulgarlar bizi sevmiyir mi? Olsun çay var.


Bütün gezi için söyleyebilirim ki, değil otoyol, biz anayola hiç girmedik. Benim için bu çok garipti. Çünkü sport-touring bir makine ile ben sınıra kadar da 180 - 200km hızla gelmişim, hayatım koşturmacayla geçiyor. Istanbul gibi bir şehirde vahşi hayat şartları altında yaşıyoruz koştur koştur. Bana kalsa Macaristan’a bir geceleme ile giderim yada bilemedin iki geceleme ile… tamamen bilip bilememenle alakalı yani... diye düşünürken şimdi ise sınırdan çıktık, bir Macar bana rehberlik ediyor, belki o da nereye gittiğini bilmiyor ve biz millipark yoluna saptık minicik yollardan gidiyoruz. Haydi hayırlısı. Çok mu zamanımız var acaba?
Sınırdan Çıkınca Millipark yolu
Brigi keşif yapıyor
Klişe bir durum vardır. Yurtdışına çıkan motorcular yabancı ülkelerdeki asfaltın kalitesini, oranın yollarını, trafiğin güzelliğini dillerinden düşürmezler. Ulen bizim gittiğimiz yolda araba yok, bir Tenere’nin arkasına takılmış bir Vfr… gidiyorum tek şerit orman yollarından. Ama zevkli yani. Yeni çıkmışız yola. Ben olayın ciddiyetini çukurlara girene kadar anlamamıştım. Yol bi bozuldu bir noktadan sonra, George ayakta Brigi kutuda, önden çat çut gidiyorlar. Piroska ise ön amortisörü bırakacak yolda... Daha sonradan anlattı ki, sınırda beklerken karşılaştığı arkadaşı bu yoldan ve yolun kötü olduğundan bahsetmiş ama ona rağmen “bu kadar kötü olduğunu düşünmemiştim” dedi. Biz yavaş tempo yolumuza devam ettik.

Dağ-Orman yollarından Geçerkene
Arka Çanta sallanmaya başlayınca,
Hafifletmek için durduğumuz zmamanlardan

Yollara küfrede ede giderken arka çantadan çok hoş olmayan sesler gelmeye başladı. Sanırım biraz ağır yükledim. O yollarda da dayanamadı garibim. Sonunda, alt demir tabyasının kırıldığını anladım. Şaka derken gerçekten motoru parça parça yolda bırakcam sanki. Arkada salıncakta sallanır gibi sallanıyordu çanta. Neyse ki yolun sonuna doğru gelmiştik ve artık bir sahil kasabasına girecektik. Yol düzelecekti. Öğleden sonra olmuş, acıkmıştık. Kasabada bir büfe bulduk ve yiyecek bir şey olup olmadığına bakmak için durduk. George kendinden emin bir şekilde büfedeki kıza gitti ve Rusça bir soru sordu. Kız cevap veremedi. George bu kez Ingilizce sordu, ancak kız ona da cevap veremedi. George daha sonra Almanca, Ispanyolca ve tekrar rusca denedi ama başarılı olamadı. George bana dönüp macarca, kız yabancı dil bilmiyor dedi. Bu arada son çare ben “Türkçe biliyor musun” dedim. Kızın yüzünde bir gülümseme oluştu ve “evet. Türkçe. Türk müsün?” dedi. George’un o sıradaki yüz ifadesini görmenizi isterdim. Şaşkın ve ne olduğunu anlamamış haldeydi. Ben de George’a Türklerle Bulgarların iyi komşu olduğunu Bulgarların Türkleri sevdiğini ve Bulgaristanda çok Türk yaşadığını anlattım.

Yemeğimizi yedikten sonra yolumuza devam ettik. Sahil yolundan devam ederek Burgas’a geldik, biraz şehirde dolandıktan sonra kamp alanı aramaya başladık. GPS, Sunny Beach civarında bir kamp gösteriyordu. Motorlarımızı biraz daha kuzeye sürdük. Gps’in “ulaştınız” dediği yerde, yeni inşa edilen yaklaşık 100m. uzunluğunda 6 7 katlı bir bina yer alıyordu. George ile birbirimize baktık… Deniz kenarı kamp alanının ruhuna fatiha…

Bulduğumuz apartmanın otoparkında, eşyaları alıyoruz.

Sokaklarda başka kalacak pansiyon gibi bir yer var mı diye aranırken, genç bir kıza denk geldik ve bildiği bir kamp alanı olup olmadığını sorduk (Bu kez ingilizce işe yarıyor – meğer kız ingilterede okuyormuş). Çok misafirperver olan kız bizi babasıyla tanıştırdı ve kalacak yer istediğimizi söyledi. Babası biraz düşündükten sonra kalacak yer bildiğini, kendisinin apartman işlettiğini ve orada kalacak bir odasının olduğunu söyledi. Bedava olmasa da çok cüzi bir ücrete iki kişi toplamda 15€’ya o gece orada kaldık. Hatta apartmanın otoparkı da vardı motorları çekebileceğimiz. Daha ne olsun. Apartmanda kalan Rus teyzeler ve ev sahibi amcamızın muhabbeti eşliğinde George ile vodkalarımızı içip kibarca odaya çekilmek için izin istedik. Gece ise hem bir şeyler içmek hem de Brigi ile de yürümüş olmak için sahile gittik. Sunny Beach sahilinin gece bile böyleyse gündüz nasıl güzeldir diye düşünmeden edemedim. Ama çok da düşünmedim çünkü o tam o sırada kumsal barın 4 köşesinden dansçı kızlar çıktılar ve biz de günün yorgunluğunu biralarımızı içerken gidermiş olduk.
Ertesi sabah, anladığım üzere, ben adamla muhabbet etmeme sebebimin dil bilmemem olduğunu düşüp pek üstünde durmasam da, George’un da dikkat ettiği üzere adamın benle muhabbete girmeme sebebi ise Türkleri sevmiyor olmasıymış. Hiçbir saygısız durum görmediğimizi belirtmem gerek. Yemeği, park yeri, selam alış verişi konusunda bir ikilemimiz yoktu. Ancak diğer taraftan George’un da dikkat çekmesi üzerine fark ettim ki belirgin şekilde sevmiyorlardı Türkleri. Bir önceki deneyimimizin tam tersini yaşamış olduk aslında burada. Ve sonrasında da gözlemlediğimiz üzere bu genel bir tutumdu. Anladık ki sınırdan biraz uzaklaşınca işler hemen değişiyor. Sanırım yarım bin yıllık tarihi sürecin sonucu olsa gerek.
Brigi günün yorgunluğundan dağınık odamızda, ceketimin üzerinde uyurken. 

Şimdi toparlanma zamanı ve tekrar yola çıkıyoruz. Bu kez Sliven üzeri Veliko Tarnovo hedefimiz. Bu kez yollar oldukça güzeldi, ve keyfli bir motor günü oldu bizim için. Havanın aşırı sıcak olmaması, yolun güzelliği, köylerden geçerken ki o yerel ahalinin sokaklarda oturuyor olması bütün gün, genci yaşlısı her tür insanın hayatının içinden geçip gitmek çok farklı bir duygu. Bir yere varmanın değil de gerçekten sadece yolda olmanın güzelliği bu. Arada sırada biraz büyük kasabalarda durup bir kahve içmek yerel insanlarla konuşmak da oldukça keyifli. Yazılar ve tabelalar tamamen kiril alfabesiyle olmasından dolayı, beklemediğim kadar yurtdışında hissediyorum kendimi. Ayrıca her ne kadar ana yollardan gitmesek de, arabaların motorları görünce sağa sinyal verip motorlara yol vermeleri de ayrıca dikkate değer bir konu Türkiye’nin hayat memat mücadelesi trafiğine kıyasla. Yollarda genel olarak bir köy kasaba havası olduğunu söylemekte fayda var, geniş şeritli yollarda bile yerleşim yerlerine yaklaştıkça bir köy kokusu, yolda küçükbaş/büyükbaş hayvan izleri görmek mümkün. (Kim dedi anayoldan sap diye dimi?):)

Kötü yollar, Köyüm kokusu, sürüyle başa çıkarkene.
Elena üzerinden Veliko Tarnovo

Sliven’de oyalanmadan ufak bir şehir turu ve kahve molasından sonra Yolumuz Veliko Tarnovo’ya doğru devam ediyor. Elena'da bir Kahve molasından sonra ilk iş olarak bir kamp alanı buluyoruz. Camping Veliko Tarnovo (http://www.campingvelikotarnovo.com/). Aslına bakarsanız güzel güzel yeşil tepeler ve düz arazilerden sonra nasıl bir kamp alanıyla karşılaşacağımı tahmin edemiyordum. Ancak güzel bir sürpriz oldu çünkü manzaraya nazır, bir tepenin güney yamacında, çok hoş bir kamp alanına geldik. Burada ilk dikkati çeken şey elbetteki havuz. Ama maalesef ki şansımıza, havuz bakıma girmiş ve boş olarak duruyordu. Yine de hayal kırıklığı yaşadığımızı söyleyemem. Misafir perver genç bir resepsiyonisti ve harika bir kafe restoranı var bu kamp alanının. Yemekleri çorbaları çok lezzetli. Hiçbir şeyin ortasında böyle bir kamp alanına denk gelmek çölde serap görmek gibi. Çok kalabalık olmadığı için motorlarınızı ve çadırınızı istediğiniz yere kurabilirsiniz dediler. Biz de banyo mutfak çamaşırhaneye en yakın ağacın (bölgedeki tek koca ağaç) altına kurulduk. Öncelikle ağaca kurulu salıncağın biraz keyfini çıkarttıktan sonra, Istanbuldan aldığımız çaydanlık ile çayımızı demledik yeniden. Ince belli bardaklarımızla manzaranın keyfini sürdük. Ehehe George’a çaydanlık almak gerçekten iyi fikirdi.

Kampta çay keyfi.

Bir şey yazmaya gerek var mı?

Kamp alanında O ağacın altına yerleşirken

Brigi gölge keyfi
Yazar: Erdinç Tunçbilek
Fotoğraflar; Erdinç Tunçbilek / Pap György
Yazıların ve Fotoğrafların izinsiz kullanılması yasaktır. İçerik kullanımı için lütfen iletişime geçiniz.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder