21 Ocak 2016 Perşembe

Küçük bir Cennet; Erdel.

Erdel Bölgesi, (Macarca: Erdély). Macarlara rehberlik yapıyor olmamdan dolayı, hem Osmanlı ilişkileri hem de Macarların tarihi açısından araştırdığım ama hiç gidemediğim bir yerdi. Birinci dünya savaşı sırasında Macarlar bizler gibi şanslı olamayıp bir Atatürk’leri olmadığından, ülkelerinin üçte ikisini kaybettiler, üçte birlik kısmı Romanya’ya düştü ve işte burası, orası. İtiraf etmem gerekir ki, buraya motorla seyahati bu temmuz ayında 1 yıl sonrası için planlamıştım Macar bir grupla. Ama hayat çok enteresan, gelecek sene giderim diye planladıktan 1 ay sonra işte hayat beni buraya getirdi. Çok heyecan verici! 

İlk yazan yerleşim ismi Romanca ikincisi Macarca

Bu bölgenin ayrıca başka bir önemi var, o da göçebe bir toplum diye anlatılan Hunlar (yani macarlar, yani aslında sonradan Türk diyoruz) bu etrafı kapalı havzada kendilerine has kültür ve medeniyetlerini hala koruyorlar burada. Osmanlı zamanında Osmanlı’nın işgal etmediği, sadece vergi aldığı, kültürüne, diline, dinine hiç karışmadığı bir bölge. Bu açıdan kendine has bir bölge. Bu sebeple dağlık alanın ortasında kalmış bu Macarlar ne Hristiyanlıktan ne Müslümanlıktan ne de diğer unsurlardan etkilenmişler. Oldukları gibi kültürlerini koruyabilmişler. Orhun yazıtlarına benzer yazıları, Göktengri inancına bağlı inanç sistemleri, doğayla bütünleşik kültürlerini korumuşlar.
Burada Romanların ayrı Macarlarında ayrı köyleri var. Bir çok kentin Macarca adı tabelalarda yazıyor. Toroslara benzeryen Karpat dağlarının ardında İç Anadolu’ya benzer Karpat ovasında yabancılık çekmeyeceğim sanırım. Romanların yaşadığı yerleşim yerleri önceki bölümlerde anlattığım gibi aynen devam ediyor. Bir farklılık yok. Eski evler, kaldırım, bank, banktaki yaşlı, çocuklar döngüsü burada da hakim. Ancak arada çok farklı yerleşim yerlerinden geçiyoruz. Bu yerleşim yerleri daha zengin, farklı, gelişmiş mimaride evler, çiçeklerle süslü sokaklar, daha ağaçlık bahçeler, giyim tarzları daha modern insanlar var. Daha sonra George’dan öğreniyorum ki oralar Macarların köyleriymiş. En güzel haber ise çok meşhur bir Macar köyünde konaklamaya gidiyor olmamız oldu.





Sonunda Torocko’ya ulaşıyoruz. Dediklerine göre bu bölgedeki en güzel köylerden biriymiş, güneş burada günde iki kere doğar iki kere batarmış. Hemen yakınlarında bulunan yüksek tepelerden dolayı, önce tepenin arkasından batıyor ardından tekrar diğer taraftan görünür olup yine batıyor. Buranın Romanca adı Rimetea/Râmetea. Artık Macaristan’a gitmeden son gecemiz olduğu için burada kendimizi ödüllendirip, kamp yapmak yerine bir pansiyonda kalmaya karar veriyoruz. George 3 - 4 pansiyona sorduktan sonra hepsinin dolu olduğunu ve yer olmadığını söylüyor. Merkez kilisenin önünde ne yapacağız diye konuşurken, bu kez ben şansımı deneyim diyorum ve arka sokaklara doğru Piroskayla yol alıyoruz. Yanından geçtiğim birkaç pansiyon nedense çekici gelmiyor, ileride kocaman çok güzel bir ahşap kapı görüyorum. Kapıyı çalıp içeri giriyorum, muhteşem bir bahçe içinde çok güzel bir pansiyon. Bahçede oturan birisine burada yer var mı diye sorunca, o da ablasına seslendi, ablası mutfaktan çıkıp gülümseyerek maalesef yer yok demek üzereydi ki sonra kaskıma ve kıyafetime bakıp siz motorcu musunuz diye sordu. Ben de evet iki kişiyiz ve bir de köpeğimiz var dedim. Sonradan adının Zsuzsa (Juja okunur) olduğunu öğrendiğimiz pansiyonun sahibi, harika biz de motorcuyuz, size belki bir oda ayarlayabilirim diyerek bahçenin arkasında, son derece otantik döşemiş bir “kral dairesi” gösteriyor.


George’u buraya alıp geldiğimde böyle bir pansiyon bulmuş olmamdan dolayı oldukça şaşırıyor. Ben fiyatını merak etmeye başlarken, oldukça sembolik bir ücret istiyor motorcu olduğumuz için bizden. Ayrıca yine sembolik bir ücrete kahvaltı ve yemek de alıyoruz. Toplamda kişi başı 20€. (Kamp alanı daha pahalıya patlardı!) Pansiyonun sahipleri o kadar misafirperverler ki motorlarımızı bahçeye alıyorlar odamızın önüne kadar gidiyoruz. Kendimi Anadolu’da hatta kendi köyümde hissediyorum. Evler tamamen ahşap, içerisi danteller nostaljik aile fotoğraflarıyla ve lavantalarla süslü. Yemekler muhteşem, hepsi Zsuzsa’nın ve annesinin eseri. Kahvaltıda ise tam ihtiyacım olan sert bir kahve, ev yapımı reçeller ve tabi ki çay, vazgeçilmezim.

 

Ev sahibi Zsuzsa’nın yengemden tek farkı Macarca konuşuyor olması, ha bir de 50li yaşlarına rağmen eşiyle birlikte Suzuki drz400 ve Honda Crf250L motorlarıyla çevredeki kayalık tepelerde son gaz geziyor olmaları :)))) Tengri onları korusun, onlardan razı olsun!:) 

Gezinin en keyifli konaklaması burası oluyor. Asla unutmayacağım bir ev sahipliği yapıyorlar!  Enteresan bir his, buraları Macaristan’dan daha güzel buldum, çok farklı bir duygu. Hem coğrafi açıdan hem de beşeri açıdan çok yakın hissettim kendime. Ancak buradaki manzara zaten öyle güzel ki, insanın aşkı bitmişmiş, en yakın dostu ihanet etmişmiş gibi duygulara bile yer bırakmıyor. Huzur, doğa güzel yemekler ve yıldızlı gökyüzü her şeyi alıp götürüyor. Burada içimi özgürlük ve sonsuzluk hissi kaplıyor. Bazen evren insanı Tanrı’ya mecburen inandırıyor:)



Yazar: Erdinç Tunçbilek
Fotoğraflar; Erdinç Tunçbilek / Pap György
Yazıların ve Fotoğrafların izinsiz kullanılması yasaktır. İçerik kullanımı için lütfen iletişime geçiniz.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder