22 Ocak 2016 Cuma

Bir Hayali Gerçekleştirmek Üzere


Motocamp Hungary'de meşhur tabela
Bugün yeni bir yolculuk bekliyor beni. Hani derler ya varış noktası değil, yolda olmaktır önemli olan. İşte bu yolculuk benim için tam da öyle oldu. Macaristan’a vardığımda nerede kalacağımı ve ne kadar kalacağımı bilmiyorum. Ve bugün Macaristan öncesi yolculuğumuzun son günü.

Sınıra doğru yol alıyoruz, Sınıra gelmeden Oredea yani Nagyvarad şehirne uğruyoruz. Burasının bende manevi bir önemi var ondan sebep, şehir içinde fotoğraf çekeceğim derken George’u bir ara kaybettim.  Telefonlarımız çalışmıyor ve interphonelarımız yok. Eğer bualamzsam sınırda beklemeyi planlıyorum. Ama sınır tabelalarını takip edince ileride beni beklediğini görüyorum, şehir çıkışında.

Nagyvarad tabelasını bulmak hiç kolay değildi,
Şehrin içine koymuşlar.
Bu da Nagyvarad tramvayı

Romanya Macaristan sınırında George sadece kimliğiyle geçiş yapıyor, beni 10dk kadar bekletiyorlar işlemler için ama sorunsuz buradan da geçiyoruz. Artık nihayet sonunda Macaristan’dayız!!!

Budapeşte’ye kadar düzlük buralar, Konya ovası gibi işte, Karpat ovası. Yerleşim yerleri birbirlerine daha yakın ve daha yeşil bir coğrafyaya sahip farklı olarak. Yine anayolalra girmeden köy yollarından nispeten hızlıca yol alıyoruz. Akşam gün batımına doğru ulaşıyoruz hedefimize. Bu kez Motocamp Hungary’deyiz. 5 yıldızlı kamp alanı Camp’inski! Bir şekilde Macaristan’dan geçecek olan motorculara burayı kesinlikle tavsiye ederim. Budapeşte’nin 50km. güneyinde, at çiftliği, bungalovlar, havuzlar, fin saunaları, kamp alanları, barbekü alanları ve mutfak gibi imkanları bulunan bir kamp alanı burası. Üstelik bizim George buranın işletmecisi. O yüzden bir kaç gün burada kalmaya karar veriyorum. George kamp kurmak yerine bungalovların birini bana tahsis ediyor. Keyfli, sakin, huzurlu bir ortam var burada. Sanırım yol boyu aklımdan geçen düşünceleri burada bir düzene sokma şansı yakalayacağım.

Motocamp Hungary'ye ulaştık

Kamp alanı girişinden, Güneş batarken
Diğer taraftan çocukluk hayalim olan (17 yıllık bir hayal) Budapeşte’de kendi motorumla gezme şansına bu kadar yakın olduğum için içim kıpır kıpır. Budapeşte’ye gitmiş olanlar işter bir gün ister haftalar geçirsinler, bu şehrin ne kadar güzel olduğunu fark etmişlerdir. Bu şehrin gündüzü de gecesi de ayrı güzel, buradan sıkılmak imkansız. Ve düşünün ki ben çocukluğumu burada geçirdim her sokakta bir anım var, ve artık buralarda İstanbul plakalı motorumla geziyor olacağım. Bunu hayal etmesi bile muhteşem bir şey benim için. Ancak planlarım bununla sınırlı değil. Size diğer bölümlerde Macaristan’da motorla ayrıca nerelere gidilebileceğini, tarihi ve kültürel açıdan neler yapılabileceğini anlatacağım, tabi ki yine Piroska’lı fotoğraflarla.
Hayat bazen çok zor!
Akşam etlerimizi ve biralarımızı alıp kuruluyoruz barbekünün başına… Huzur budur. İlk hedefe ulaşıldı. Rüya gibi, birkaç gün önce “neden olmasın” diyerek çıktığım yolun sonunda bu gece nihayet bildiğim bir ülkede uyuyacağım. Veee… artık burada olduğuma göre, hayalleri gerçekleştirme zamanı! Asıl macera işte şimdi başlıyor!

Motocamp Dolunayda da muhteşem

Atlar - 1HP 

İşte Barbekü zamanı

Yazar: Erdinç Tunçbilek
Fotoğraflar; Erdinç Tunçbilek / Pap György
Yazıların ve Fotoğrafların izinsiz kullanılması yasaktır. İçerik kullanımı için lütfen iletişime geçiniz.

21 Ocak 2016 Perşembe

Küçük bir Cennet; Erdel.

Erdel Bölgesi, (Macarca: Erdély). Macarlara rehberlik yapıyor olmamdan dolayı, hem Osmanlı ilişkileri hem de Macarların tarihi açısından araştırdığım ama hiç gidemediğim bir yerdi. Birinci dünya savaşı sırasında Macarlar bizler gibi şanslı olamayıp bir Atatürk’leri olmadığından, ülkelerinin üçte ikisini kaybettiler, üçte birlik kısmı Romanya’ya düştü ve işte burası, orası. İtiraf etmem gerekir ki, buraya motorla seyahati bu temmuz ayında 1 yıl sonrası için planlamıştım Macar bir grupla. Ama hayat çok enteresan, gelecek sene giderim diye planladıktan 1 ay sonra işte hayat beni buraya getirdi. Çok heyecan verici! 

İlk yazan yerleşim ismi Romanca ikincisi Macarca

Bu bölgenin ayrıca başka bir önemi var, o da göçebe bir toplum diye anlatılan Hunlar (yani macarlar, yani aslında sonradan Türk diyoruz) bu etrafı kapalı havzada kendilerine has kültür ve medeniyetlerini hala koruyorlar burada. Osmanlı zamanında Osmanlı’nın işgal etmediği, sadece vergi aldığı, kültürüne, diline, dinine hiç karışmadığı bir bölge. Bu açıdan kendine has bir bölge. Bu sebeple dağlık alanın ortasında kalmış bu Macarlar ne Hristiyanlıktan ne Müslümanlıktan ne de diğer unsurlardan etkilenmişler. Oldukları gibi kültürlerini koruyabilmişler. Orhun yazıtlarına benzer yazıları, Göktengri inancına bağlı inanç sistemleri, doğayla bütünleşik kültürlerini korumuşlar.
Burada Romanların ayrı Macarlarında ayrı köyleri var. Bir çok kentin Macarca adı tabelalarda yazıyor. Toroslara benzeryen Karpat dağlarının ardında İç Anadolu’ya benzer Karpat ovasında yabancılık çekmeyeceğim sanırım. Romanların yaşadığı yerleşim yerleri önceki bölümlerde anlattığım gibi aynen devam ediyor. Bir farklılık yok. Eski evler, kaldırım, bank, banktaki yaşlı, çocuklar döngüsü burada da hakim. Ancak arada çok farklı yerleşim yerlerinden geçiyoruz. Bu yerleşim yerleri daha zengin, farklı, gelişmiş mimaride evler, çiçeklerle süslü sokaklar, daha ağaçlık bahçeler, giyim tarzları daha modern insanlar var. Daha sonra George’dan öğreniyorum ki oralar Macarların köyleriymiş. En güzel haber ise çok meşhur bir Macar köyünde konaklamaya gidiyor olmamız oldu.





Sonunda Torocko’ya ulaşıyoruz. Dediklerine göre bu bölgedeki en güzel köylerden biriymiş, güneş burada günde iki kere doğar iki kere batarmış. Hemen yakınlarında bulunan yüksek tepelerden dolayı, önce tepenin arkasından batıyor ardından tekrar diğer taraftan görünür olup yine batıyor. Buranın Romanca adı Rimetea/Râmetea. Artık Macaristan’a gitmeden son gecemiz olduğu için burada kendimizi ödüllendirip, kamp yapmak yerine bir pansiyonda kalmaya karar veriyoruz. George 3 - 4 pansiyona sorduktan sonra hepsinin dolu olduğunu ve yer olmadığını söylüyor. Merkez kilisenin önünde ne yapacağız diye konuşurken, bu kez ben şansımı deneyim diyorum ve arka sokaklara doğru Piroskayla yol alıyoruz. Yanından geçtiğim birkaç pansiyon nedense çekici gelmiyor, ileride kocaman çok güzel bir ahşap kapı görüyorum. Kapıyı çalıp içeri giriyorum, muhteşem bir bahçe içinde çok güzel bir pansiyon. Bahçede oturan birisine burada yer var mı diye sorunca, o da ablasına seslendi, ablası mutfaktan çıkıp gülümseyerek maalesef yer yok demek üzereydi ki sonra kaskıma ve kıyafetime bakıp siz motorcu musunuz diye sordu. Ben de evet iki kişiyiz ve bir de köpeğimiz var dedim. Sonradan adının Zsuzsa (Juja okunur) olduğunu öğrendiğimiz pansiyonun sahibi, harika biz de motorcuyuz, size belki bir oda ayarlayabilirim diyerek bahçenin arkasında, son derece otantik döşemiş bir “kral dairesi” gösteriyor.


George’u buraya alıp geldiğimde böyle bir pansiyon bulmuş olmamdan dolayı oldukça şaşırıyor. Ben fiyatını merak etmeye başlarken, oldukça sembolik bir ücret istiyor motorcu olduğumuz için bizden. Ayrıca yine sembolik bir ücrete kahvaltı ve yemek de alıyoruz. Toplamda kişi başı 20€. (Kamp alanı daha pahalıya patlardı!) Pansiyonun sahipleri o kadar misafirperverler ki motorlarımızı bahçeye alıyorlar odamızın önüne kadar gidiyoruz. Kendimi Anadolu’da hatta kendi köyümde hissediyorum. Evler tamamen ahşap, içerisi danteller nostaljik aile fotoğraflarıyla ve lavantalarla süslü. Yemekler muhteşem, hepsi Zsuzsa’nın ve annesinin eseri. Kahvaltıda ise tam ihtiyacım olan sert bir kahve, ev yapımı reçeller ve tabi ki çay, vazgeçilmezim.

 

Ev sahibi Zsuzsa’nın yengemden tek farkı Macarca konuşuyor olması, ha bir de 50li yaşlarına rağmen eşiyle birlikte Suzuki drz400 ve Honda Crf250L motorlarıyla çevredeki kayalık tepelerde son gaz geziyor olmaları :)))) Tengri onları korusun, onlardan razı olsun!:) 

Gezinin en keyifli konaklaması burası oluyor. Asla unutmayacağım bir ev sahipliği yapıyorlar!  Enteresan bir his, buraları Macaristan’dan daha güzel buldum, çok farklı bir duygu. Hem coğrafi açıdan hem de beşeri açıdan çok yakın hissettim kendime. Ancak buradaki manzara zaten öyle güzel ki, insanın aşkı bitmişmiş, en yakın dostu ihanet etmişmiş gibi duygulara bile yer bırakmıyor. Huzur, doğa güzel yemekler ve yıldızlı gökyüzü her şeyi alıp götürüyor. Burada içimi özgürlük ve sonsuzluk hissi kaplıyor. Bazen evren insanı Tanrı’ya mecburen inandırıyor:)



Yazar: Erdinç Tunçbilek
Fotoğraflar; Erdinç Tunçbilek / Pap György
Yazıların ve Fotoğrafların izinsiz kullanılması yasaktır. İçerik kullanımı için lütfen iletişime geçiniz.

20 Ocak 2016 Çarşamba

Transfagarasan Macerası

Yukarıda bizi karşılayan manzara
Çadırlarımızı kurduk ve yan çadırdaki motorcu ile muhabbete başladık. Biralarımızı yudumlarken yüksek dağların ortasında, bir ırmak kenarında kalan bu muhteşem doğanın keyfini çıkartıyoruz.
Akşam yemeği için hemen yakınlardaki otelin restoranına gittik. Bugün uzun bir aradan sonra düzgün bir yemek yemeye karar verdik. Transfagarasan öncesi iyi beslenmek gerek ne de olsa.





Sabah yine erkenden kalktık, çiğ yağmış her yere hava soğuk ancak güneşin dağların ardından kendini göstermesiyle hemen yerini gene sıcağa bıraktı. Kahvaltının ardından tüm eşyalarımızı topladık, ve hareket etmeye hazırlanmıştık ki, diğer motorcu arkadaş, hemen dibinde kaldığımız tepenin zirvesinde (Kont Drakula) Vlad Tepeş’in yani Kazıklı Voyvoda’nın gerçek kalesinin olduğunu, diğerinin turistik (Brasso yakınlarındakinin) ama bunun gerçekten yaşadığı ve Eflak bölgesini yönettiği kale olduğunu söylüyor. George bunu duyunca çok heyecanlandı. Bense tarihi seviyorum aslında ama işte üstümdeki onca eşya ve transfagarasan’ı bir an önce görme arzusuyla “aman yaa boş ver hadi gidelim” dedim ama o vicdanından seslenerek “olmaz, gidemeyiz, buradayız ve tepemizde Vlad’ın kalesi var, sonra oraya çıkmadığımızı arkadaşlarıma nasıl söylerim” diyerek beni de ikna etmeye çalıştı. Ben de onu çıkmamaya ikna etmeye çalıştım yine. Ama şimdi en azından buranın neden Dracula Camping olduğunu ve neden büfede Vlad Tepeş magnetlerinin satıldığını anlamış olduk!


1500 merdiven!  Motor kıyafetleriyle dağa tırmanmaya başladık. Dağa çıkış hemen kamp büfesinin yanından yukarı doğru. Baya baya yukarı ama, hazırlıklı olun. Zirveye çıktığımız zaman tüm vadiye hakim çok güzel bir manzaraya bakan bir kale kalıntısı ile karşılaştık. İki tane kazıklara çekilmiş maket bizi karşıladı. III.Vlad olarak da geçen prens işkence ve cezalarıyla meşhurdu. Fatih Sultan Mehmet’in ordusuyla da bir çok kez karşı kaşıya gelmiştir.
Mahmut Paşa'nın hatıratına göre “çok uzun mesafeler boyunca Osmanlı askerleri içilecek bir damla bile su bulamadı. Sıcak dayanılır gibi değildi. Türk askeri Eflak'ın başkenti Târgovişte'ye ulaştığında Fatih Sultan Mehmet'in gördüğü manzara yaklaşık 5 kilometre boyunca kazıklarla dizili bir alandan geçiyordu. Alan yaklaşık üç kilometre boyunda bir kilometre enindeydi. Yerde uzun kazıklar dikiliydi. Yaklaşık 20 bin kadar insan erkek, kadın ve çocuk olmak üzere kazığa geçirilmiş durumdaydı. Bu kadar çok insanı kazıkta gören Osmanlı askerinin moralleri bozuldu, aklını kaçıracak duruma geldi.”

Kazıklı Voyvodanın gazabına
 uğramış zavallılar. 
Yukarıdan Manzara Muhteşemdi

Ve sonunda kaleye ulaştık. Selam TEPEŞ!
1500 merdivenden bir kaç tanesi



Kaleye çıkınca aldığımız biletlerimiz.
Evet artık yola koyulma zamanı geldi.
Haritada sola sağa bir gariplik var, onun sebebi, biz o yolda dündüz, Fagarasan’a gider gibi gittiğimiz halde harita soldan başka bir yoldan gitmeye imkan veriyor, ama ortası birleşmeyen (gerçekte birleşiyor) sağdaki yoldan gittik. Meşhur Transfagarasan yolu. Burada bulunan diğer meşhur bir motorcu yolu olan Transalpina’dan 80km kadar doğuda yer alıyor. Ben Transalpina’dan geçmedim. Geri dönüşüm Romanya üzerinden olmadı ama dediklerine göre Transfagarasan çok daha zevkliymiş. Transalpina 2000m yükseklikte seyrettiği için aniden yağmur veya sisli bir havaya yakalanma ihtimalinin daha yüksek olduğu bir etapmış. Transfagarasan ise dağ yamacına kurulduğu için hem manzara de viraj açısından daha zevkli bir yol. İlk başlarda manzara görsel olarak çok güzel olduğu için, dağlar ormanlar nehirler köprüler, etraf biraz kalabalık, ancak yamacı çıktıkça sakinleşiyor. Sakinleştikçe daha da zevkli hale geliyor. Asfalt kalitesi güzel, pist asfaltı hayal etmemek gerek ancak çok iyi yol tutuyor. Yollar güzelleştikçe, virajlar artıyor. Virajlar arttıkça içimdeki çocuk çığlık atıyor. Sonunda ben dayanamıyorum ve George’u geçip kendi başıma önden devam ediyorum. Virajlar bir biri ardına o kadar güzel ki, hem manzara, hem virajlar hem de bir sürü aynı duygularla sürdükleri çok belli olan motorcuyu bir arada görmek muhteşem bir duygu. Bu resmen zevk(kibarca)!
Buraya gitmeyi düşünen motorcu arkadaş gruplarının grup olarak bu zevki tatmaları tavsiye edilir. Her sürücünün kendi temposunda bunu yaşamasını ve önceden belirlenmiş bir alanda buluşmayı tercih de edilebilirler sağlıklı sürüş açısından. Ancak uyumlu gruplar beraber sürdüklerinde alışık oldukları eğlence eşiğini hayli yukarı taşıyacaklardır. Dağ yolu boyunca (100km'den fazla) benzinlik olmadığını da hatırlamak da fayda var.





Gerçek motosiklet ruhunu burada hissetmek mümkün. Uzun süre bu cennetin virajlarında gezdikten sonra biraz fazla gittiğimi düşünüp George’u beklemeye başladım. Bu arada oraya çıkana kadar lastiğimde “korku çizgileri” denen yan alanlar kalmamıştı. Çantaların değeceğinden korktuğum virajlar oldu hatta. George da geldi çok geçmeden. Biraz genişçe virajlarda fotoğrafları çekerken benzin göstergemin yanıp sönmeye başladığını fark ettim. George’a çaktırmadan, sanırım devam etsek iyi olur dedim. Geçtiğimiz yol üzerinde dünden beri benzinlik yoktu. Sanırım bu yollarda biraz gaza yüklenmiş olmalıyım ki çok hızlı bitti yine benzinim. V4 motor içiyor benzini… Dağın zirvesinde yemek yenecek yerler ve hediyelik eşyacılar var. Bunlar arasında artık Macar kökenli olanları da görmek mümkün. Ben fırsattan istifade ikinci stickerımı da buradan alıyorum! TRANSFAGARASAN!





Bu olayı atlattıktan birkaç gün sonra şöyle yazmıştım;
“Biraz zamanım var artık... anlatmadığım hikayelerle başlayayım.
Transzfogaras’a (macarca adı) çıkana kadar her şey muhtesemdi. Uzun yolda beni şaşırtan motorum 100km'de 5 litre yakarken içimdeki vuraj canavarının ortaya çıkmasıyla gene fazla fazla benzin içmişti ve zirveye 30 km kala bir an benzin ışığının yanıp söndüğünü gördüm!!! Yukarı kadar kırbacı vura vura acımadan çıktım. Ama tepeye gelince motoru durdurup peygamber vitesinde dağdan aşağı salındım...
İçeride daha az bir benzin olmalı ama ne kadar bilmiyorum. Kapaktan bakınca da görünmüyordu artık.

 






Boşta virajları döne döne inerken 4 araç solladım ve gaz açmadan motoru yatırıp kaldırmayı öğrendim, arkamda 50kgdan fazla ağırlıkla kolay olmadı.
Aşağı inince 10km ilerde olduğunu duyduğumuz benzinliğe kadar yetecek benzinim kalmış olması için dua ederek mini mini gazla benzinliğe kadar ulaşmayı başardık... mutlu sonlu hikaye diye ben buna derim“
Gerçekten toplamda 70km’lik bir yolu benzini koklayarak kullanmaktan motorum bir depo benzinle hayatında görmediği km rekonu kırmış oldu. Dağdan inişte yol, makineyle kazınmış çizgi çizgi olduğu için, boşta inmekten pek pişman olmadım açıkçası. Durup bir çok fotoğraf çekme şansımız oldu. Ama yolun güney kısmı muhteşemdi! Helal olsun sana be Piroska!

Artık kalbim daha hızlı çarpıyor çünkü Macarların meşhur Erdel bölgesi dedikleri bölgeye gelmiş olduk. Benim için “Romanya” burada bitiyor.










Yazar: Erdinç Tunçbilek
Fotoğraflar; Erdinç Tunçbilek / Pap György
Yazıların ve Fotoğrafların izinsiz kullanılması yasaktır. İçerik kullanımı için lütfen iletişime geçiniz.



18 Ocak 2016 Pazartesi

Romanya ve Soruları


 Romanya sınırını geçince bende hedefe yaklaşmanın vermiş olduğu heyecan iyice arttı. Artık burdan hemen Macaristan’a geçeriz hevesiyle yüzümde bir gülümseme ile yola koyulduk. Ama unuttuğum bir şey vardı. O da, acelemiz olmadığı.

Hayat gerçekten çok enteresan. Acelemiz yok! Buna bir türlü kafam basmıyor. Vatan toprağından çıkalı 3 gün oldu ama hala bir koşturmaca ve hız peşindeyim. Alışamadım. Gitmek gerek, yol almak gerek diye bir güdü var içimde bastıramadığım… 

Yol boyu arada sırada bir şeyler içmek için mola veriyoruz.
Düşününce biz de haklıyız aslında, şehir insanı olarak. Sonuçta para kazanmak gerek, ekonomik özgürlüğümüzü kazanmak gerek. (Türkiye’de ailesinden ayrı, bir işte çalışıp bekar yaşayan kişi sayısı nüfusun %2’sine denk düşüyormuş) %2’lik bir kesimde olmak oldukça zor tabiki. Hem de Istanbul gibi bir şehirde. Bir sürü gideri var, hayatta kalmak gerek, ayrıca bir de motora binmek için benzine para yetiştirmek gerek!:)  Sonuçta özgürlük önemli! Petöfi Sandor adlı şairin harika bir şiiri var, kısacık. Diyor ki, “Özgürlük ve aşk! Bu ikisi gerek bana. Hayatı feda ederim aşkım uğruna. Aşkımı feda ederim, özgürlük uğruna!” Benim hikayem de biraz böyle. Özgürlüğüm her şeyden önemlidir. Belki ikizler burcu olmamdan kaynaklı bir ısrar bu. Bunun da bir bedeli var elbette ki. Hatta sadece ekonomik özgürlük değil, duygusal ve bedensel özgürlüğümüzün de kendimiz tarafından hiçbir etkene bağımlı kalmadan güçlü bireyler olarak sağlamamız gerektiğine inanıyorum. Okyanuslar, bizim derinliklere dalmamızı bekliyor, öyle değil mi? Hedeflerimiz var, amaçlarımız var, gücümüz var bir şeyleri değiştirmek için hayatımızda, daha iyi olmak için. Sonrasında iyinin iyisi olmak için. Akıllı varlıklarız, iyi niyetli ve toplumsal normlara da biraz saygılıysak geri kalan yolda bize engel olacak ne olabilir ki? Başarı bizi bekliyor! Sonuçta hepimiz bir şeyler için yaşıyoruz. - Diye düşünüyor insan. Ama...
Doğa, tüm ihtişamıyla onu anlamamızı bekliyorken,
motorla bu sorular arasında dolaşmak da keyfli,
bazen cevapların içinde gezdiğini farkediyor insan.
Sahi, ne için yaşıyoruz? İşte bu sorunun çok farklı bir cevabı oldu bende Romanya.
Acelemiz yok. Benzin(litresi 3 lira civarı) ve konaklama(Bazen kamp alanı dışında, konaklıyoruz, ücretsiz) parası harcamalarımızın %90’ını oluşturuyor, %10 ise kahve ve aksam yemekleri (250gr ızgara, ateş bedava) Marmara etrafındaki gezimizi de sayarsak son bir haftadır hayatım bu şekilde geçiyor. Yani bedava ve muhteşem keyifli! Hayat bu kadar kolay mıydı yaw!

Neyse işte biz çıktık sınırdan, yine ana yollara girmeden haritada iyice yaklaşmadan görünmeyen incecik yollardan devam ediyoruz gezimize. Yerleşim yeri dışında hızımız ortalama 90km/s. Oldukça keyfli ve konforlu bir hızmış açıkçası. Hiç 90la seyretmemiştim bu geziye kadar. En hızlı 110 civarına çıkıyoruz. Yerleşim yerlerinde, hız kuralları gereği 50’ye düşüyoruz. Insan dahi göremediğimiz alanlarda dahi hız kuralı
var, acelemiz yok, hızımız 50. Peki, ne de olsa George’u takip ediyorum. Kısa süre sonra haklı olduğunu görüyorum bu titizlikte, çünkü biraz büyük kasabalarda yerleşim yeri merkezinde her zaman polis oluyor.



(Sıradaki paragraf biraz sıkıcı olabilir üzgünüm, konuyla alakası yok isteyen atlasın)

Yerleşim yerlerinden geçmek genelde 3 ila 5 dakika arası sürüyor. Ve manzara hep aynı. Kasabaya giriyoruz, önce tek tük evler. Yolların kenarında su oyukları var, kışın yada baharda sanırım ufak akarlar oluyor, oluklar ve evler arasında da ufak kaldırımlar var. Her evin önünde, kaldırımda bir bank var ve yaşlılar orada oturmuş bir şey yapmadan zaman geçiriyorlar. Gün boyu geçen belki 3 belki 4 aracı izliyorlar. Biraz ileride çocuklar yürüyorlar. Bazen çocuklar da o banklar da oturmuş bir şeyle oyalanıyorlar. Kasaba, kasaba ardına bu görüntü Macaristana kadar değişmedi. Bulgar’da da benzer bir tablo vardı ancak, Romanya’da biter sanırken, daha da yoğun olarak bu tabloya maruz kalmak sorgulamama sebep oldu sanırım. Sürekli aynı döngü.. Ev, kaldırım bank, banta oturan yaşlı, gençler yürüyor, ev, bank, bankta oturan yaşlı, yürüyen çocuklar… Matrix filmi içinde gibiyim. Sanki bilgisayar yazılımı bu yaşlılar ve kasabalar. Ama sahi, bu insanlar burada ne yapıyor? Ülkenin neresindeyiz ve ne tarafa gidiyoruz bilmiyorum. Bildiğim tek şey, gölgem genelde görüş alanımda, yani bir şekilde kuzeye gidiyoruz. Demek ki her şey yolunda... Ev, kaldırım, bank, bankta oturan yaşlı, ve çocuklar… Bu döngü her seferinde kafama işliyor. Yaşlı insanlar yaptıkları hiçbir şey yok. Fakirler. Amaç yok. Paraları da yok, burada yaşıyorlar. Ev var, bank var, belki biraz toprakları var… Ben yüzlercesini görüyorum kasabalardan geçtikçe, birbiri ardına... Ama bu ülkelerde yaşayan bu şekilde evinin önünde oturan milyonlarca yaşlı vardır, yapacak hiçbir şeyi olmayan bunca insan burada doğmuş burada ölecek diye düşünürken… Peki çocuklar?... Bir an bu manzaranın yüzyıllarca durmadan akan bir süreç olduğunu anladım. O yaşlılar da bir zamanlar çocuktular, büyüdüler, doğurdular, yaşlandılar, öldüler… Ve korkunç gerçek kafama dank etti! Şehirler, ülkeler, Avrupa biriliği, Teknoloji, internet, hırslarımız, kavgalarımız, koşturmacalarımız, şöyle özelliklerimiz, böyle güzelliklerimiz, amaçlarımız, hatta sevgilerimiz bile belki, koca bir YALAN! Insan ölmek için yaşıyor… Tek başına hem de! Peki ya özgürlük? O da mı yalan? Lan yoksa..?!

Ben bunları düşünürken, yolda karşıma sürekli çarmıha gerilmiş İsa’lar çıkıyor! Romanya’da neredeyse kaza yapmama sebep olacak Hz.Isa’lar var. Birisi kaza yapmış da konmuş gibi de değil sanki. Yada her keskin virajda bir kaza olmuş gibi daha çok (yazarken farkettim ikinci ihtimal daha güçlü sanki) Bu Isa’lar tam virajın en keskin açısında yolun en can alıcı noktasına yerleştirilmiş! Mesela kaptırmış giderken sola viraj döneceksen, tam motorla yatıyorsun sola, döndü dönmedi derken bir anda karşına kocaman, renkli, kanlı, çarmıha gerilmiş Hz.Isa çıkıveriyor! Yolun ortasındaki bu şeyin ne olduğunu anlamaya çalışırken tabi viraj dönülmüyor (bkz: Nereye bakarsan oraya gidersin kuralı). Ben sola döncem diye uğraşırken Isa beni kendine çekiyor… Bazıları o kadar dikkat çekiciydi ve devasaydı ki, kötü köy yollarda bir anda karşıma çıkmalarından dolayı ani gaz kesince arkayı kaydırdığım oldu viraj içinde! Sanki İlahi bir mesaj, bu düşünceler arasında!
(Neyse ki Hızır’ın yardımıyla hemen topladık virajda):))

Kısacası, tüm gün sakinliğin ve huzurun içinde yol alırken amaçsız, iyi bir kamp alanında yada kafede durduğumuzda zaman facebook’ta milletin neler yaptığına bakarken yaşadığım amaçsızlık huzursuzluğunu yada hayatta öyle de yapalım böyle de yapalım, BEN yaparım enerjisi ile hareketlenmiş olaylardaki içimdeki boşluk hissini çözmüş oldum! Çok çalış, çalış, daha çok kazan. Daha çok çalış, para kazanmak için hayatımızı satma noktasına gelmişiz, ruhumuzu satmışız hırslarımıza, şeytana! Peki ya sonra? Sonra tatil! Tatil dediğin, en iyi yemeği yemek en iyi yere gitmek en iyi otelde kalmak, en iyi manzaraya sahip olmak vs.. tatil dediğimiz olgu bir rahatlama değil, bütün yıl yükünü çekeceğimiz yeni sıkıntılar demek. Kibir ve Lüks! Yeni hırslar yüklenmek demek! –miş meğer bunu anladım.  Ooh bea… Acelemiz yok ki olm! Sperm gibi koşturmaya gerek yok!!! Zaten ölcez nereye koşuyorsun!?:)) 90km/s hızın ve o sırada hafiften esen rüzgarın keyfinden bahsetmiş miydim? İşte şimdi daha da keyfli oldu…

Curtea de Arges'de kahve molası
Curtea de Arges - şehir merkezi
Derkenee, Curtea De Argeş’e ulaştık. Merkezde bir kahve molası verdik. Burası daha şehirli bir yer. Her köşeden ufak sokaktan bir motorcu çıkıyor. Chopperlar, Supersportlar, Crosslar… Bir sürü kafe var ve hepsinde motorcular var. Genci yaşlısı çift  olarak geleni.. Tanrım burası harika! Yolda ki düşüncelerim bir anda uçtu ve bu büyülü şehrin havasına kapıldım. Bir kafeye girip kahvelerimizi içerken Brigi de suyunu içti. Sıra bu gece nerede konaklayacağımızı bulmaya geldi. George ile konuşunca anladım ki, aslında Transfogaras (Ro:Transfagaraşan)’ın dibindeymişiz. George o yüzden daha fazla gitmek istemiyor, ancak ileride bir kamp alanı bulma ihtimalimiz olabilir. Dağlara ulaşırsak oradan sonra yolumuz uzun. O yüzden biraz kararsız kaldık. Geri dönmek gibi bir ihtimalimiz de yok, çünkü George prensip olarak geçtiği bir yola asla geri dönmüyor. Hoşuma gitti aslında bu prensip. Neyse, kahvelerimizin sonunda, devam etmeye karar verdik.
Mola verdiğimiz kahvenin karşısına motorları parkettik


Dağların yamacına ulaştık ve, ileride ufak çadırlar, ahşap evler, ve bunların yanında motorlar görüyoruz! Çok hoş bir otelin az ilerisinde bulunan bu kamp alanının adı “Dracula Camping”. Oldukça otantik bir isim. Vaktinde ulaşılmış harika bir yer. Şartları da gayet uygun. Kişi balı 10€’ya motorlarımızla alana girip uygun bir alanda çadırlarımızı kurmaya başlıyoruz. Yorucu ve İsalı bir günün sonu…

Ve rüya gibi! Yarın dünyanın en ünlü yollarından, Karpat dağlarının virajlarıyla meşhur geçidi Transfagaraşan’a uyanacağız!

Gün sonu Z raporu aldık.

Çadırım ve Piroskam

Kamp alanı yukardan bakış


Yazar: Erdinç Tunçbilek
Fotoğraflar; Erdinç Tunçbilek / Pap György
Yazıların ve Fotoğrafların izinsiz kullanılması yasaktır. İçerik kullanımı için lütfen iletişime geçiniz.